Binlerce kurgu kahramanla tanıştım, onlarla heyecanlandım, sevindim, üzüldüm. Ama Kafka’nın Gregor Samsa’sı dışında, biri hariç hiçbirinin ismi ilk anda aklıma gelmiyor. O “biri hariç” ise Dostoyevski’nin Raskolnikov’u. Rodion Romanoviç Raskolnikov. Suç ve Ceza’nın esas oğlanı.
Suç ve Ceza’yı elinize aldığınız andan itibaren yedi yüz küsür sayfa boyunca bu gururlu ama kibirli, iyi kalpli ama taammüden ve mecburen cinayet-ler işlemiş genç idealistin zihin kıvrımlarında adrenalini yüksek bir yolculuğa çıkıyorsunuz.
Henüz yirmi üç yaşında olan Raskolnikov (başında kavak yelleri eser durur deli deli), eski bir hukuk öğrencisidir. Onu eski ve dolayısıyla eksik yapansa yaşadığı şiddetli yoksulluktur.
Oysa onun gibi seçilmiş birinin bu hayata ve bu sosyeteye katacakları vardır. Tıpkı Napolyon Bonapart gibi. Seçilmişlerin dışında bir de bitler (asalaklar) vardır toplumda. Kan emerler. Tıpkı Alyona İvanovna gibi.
Öyleyse kan emenlerin kanını akıtmak iyi bir amaç uğruna yapılıyorsa meşrudur (Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin dibine dinamitin yerleştiği an!). Raskolnikov’un kan dökmeden önce kaleme de döktüğü bu “teorisi” artık onun yazgısıdır. Ve her insan yazgısını yaşar. O halde Raskolnikov da, bütün Avrupa’yı tirtir titreten ama öldüğünde (öldürüldüğünde?) arkasından tüm kıta boyunca göz yaşı döktüren Napolyon gibi kendi 18 Brumaire’sini yapacak; hakkı olan hukuk öğreniminin önündeki engelleri -cebirse cebir- kullanarak ortadan kaldıracaktır.
Raskolnikov’un sarsılmaz bir şiddetle ve Ortodoks bir katılıkla tutunduğu teorisine olan inancı, kitabın son iki sayfasına kadar hiç değişmez. Aşılmaz kibiri çokça da bundandır. Ama teorisine olmasa da kendisine, seçilmiş olduğuna dair inancı, teoriyi pratiğe döktüğü o “eylem” anından itibaren sarsılmaya başlar. Bütün o sayıklamalar, bütün o karanlık ve gri anlar, med cezirler, sorgucu Porfiri Petroviç’le olan sinir savaşları, akıl oyunları bütün bunlar, bir Napolyon olmadığını kabullenme sürecidir.
İyi bir kitabın bir süre tesiri kalır üzerinizde. Zihninizde bir tat bırakır çünkü. Böyle baktığımda benim için Suç ve Ceza, bir psikolojik çatışmalar ve çarpışmalar romanı değil. İyi ve kötünün, ahlak ve erdemin ne olduğuna ya da bir eylemin hangi koşullar altında suç olduğu ya da olmadığına dair bir kitap da değil. Ceza ve cezasızlık üzerine bir başyapıt da değil benim için.
Tamam belki Suç ve Ceza bunların hepsi ama bence bunların çok ötesinde bir roman.
Çünkü ve bence Suç ve Ceza çok büyük bir aşk hikayesi. Hem de son iki sayfaya ve Sofya Marmaledova’nın (Soneçka demeyi daha çok seviyorum) küçük yüreğine sığdırılmış bir büyük hikaye. Bunu da ancak son satırı okuyup kitabı elinizden bıraktığınızda fark ediyorsunuz. Dostoyevski kitabı bitirdikten sonra zihne zerk olan o tadı son ana kadar saklıyor ve birden üzerinize boca ediyor çünkü.