Dünya nüfusu artıyor. ILO’nun “World Employment and Social Outlook – Trends 2018” başlıklı çalışmasına göre, bugün 7.6 milyar olan dünya nüfusunun 2050 yılında 9.8 milyara ulaşması bekleniyor. Müspet ya da menfi ama rakam etkileyici. Aslında nüfus artışındaki bu beklenti geçmiş dönemlere göre düşük. Keza 1980-2017 döneminde 3.1 milyar nüfus artışı öngörülmüşken; bugünden 2050’ye kadar olan beklenti 2.2 milyarla sınırlı kalmış. Çünkü nüfus artıyor ama nüfus artış hızı düşüyor. Bir diğer ifadeyle, dünya nüfusu yaşlanıyor. Türkiye özelinde de durum farklı değil.
Bu aslında şu demek: “Yaşlı bağımlı nüfus” diye tanımlanan 65 ve üstü yaş grubunun toplam nüfus içindeki payı artacak. Nitekim 2017 itibariyle toplam dünya nüfusunun yüzde 9.3’ünü oluşturan bu grubun; 2050’de yüzde 15.8’lik bir ağırlığa ulaşması öngörülüyor.
Kaldı ki, yaşlı bağımlı nüfusun “üretken nüfus” olarak tanımlanan ve toplumun işgücünü oluşturan 15-64 yaş grubuna oranı daha 2017’de 13.3 düzeyine ulaşmış durumda (0-14 yaş “bağımlı genç nüfus”la birlikte yüzde 54.3). Demek ki, 2050’ye gelindiğinde, hem üretken nüfusun yükü çok artacak hem de sosyal güvenlik sisteminin yeterli olmadığı noktada, yaşlı bağımlı nüfus emekli olsa da sağlığı elverdikçe çalışmak zorunda kalacak.
Tabi moda deyimle “yeni normal” olarak tanımlanabilecek bu durumun, toplumun ekonomik ve sosyal yapı taşlarını topyekün şekillendirmesi kaçınılmaz görünüyor. Keza, başta sağlık harcamaları ve emeklilik ödemeleri olmak üzere, bünyesinde bir çok dinamiği barındıran bu yeni durum nedeniyle,
– Sosyal güvenlik sisteminde önemli açıklar söz konusu olabilir. Dolayısıyla, kamu harcamaları önemli ölçüde artabilir. Nitekim, yaşlanmaya bağlı sağlık harcamaları ve emekli ödemeleri nedeniyle kamu harcamalarının, örneğin çok gelişmiş ülkelerde 2050 itibariyle GSYH’nin yüzde 5’i kadar artacağı öngörülüyor.
– Mevcut sınırlı kaynakların yeniden ve herkes için daha azıyla yetinmeyi gerektirecek şekilde dağıtılması veya borçlanma gibi kamu yükünü artıracak dış kaynak yaratma ihtiyacı doğabilir.
– Beklenen ve ortalama yaşam sürelerinin de uzamasıyla birlikte; hem sosyal güvenlik sisteminde meydana gelebilecek olası büyük açıklar hem de sınırlı kaynakların adil dağıtılması süreçlerinde yaşanması muhtemel olumsuzluklar; emeklilik sonrası yaşam koşullarının kötüleşmesine ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da derinleşmesine neden olabilir.
– Yaşlanan nüfusla birlikte, işgücündeki olası azalmaya bağlı olarak, ekonomik büyümede yavaşlama söz konusu olabilir.
– Başta tüketim ve tasarruf olmak üzere, yeme-içme, seyahat, konaklama gibi temel yaşam biçimlerinden; üretim şekilleri ve finansal süreçlere kadar, yaşamın her safhasına dair işleyiş ve alışkanlıklarda, bugünle kıyaslanmayacak değişim ihtiyacı kendini hissettirebilir.
Dolayısıyla, şimdiden stratejik ve küresel önlemler alınmazsa; dünya nüfusunu bugünkünden çok daha ağır ekonomik ve sosyal yüklerin beklediğini öngörmek aşırı bir tahmin olmaz. Ancak öte taraftan, “dünya ve biz bu yeni normale ne kadar hazırız?” ya da “hazır olmak için bir planımız, en azından niyetimiz var mı?” sorularının cevabı sanırım şimdilik çok müspet değil.